22 Aralık 2010 Çarşamba

FEMİN & ART REKOR KIRIYOR 35 AYDA 36 ETKİNLİK
















Femin & Art Kadın Sanatçılar Derneği Genel Merkezi Yönetim kurulu Trabzon Valisi Dr. Recep KIZILCIK,KTÜ Rektörü Pröf.Dr.İbrahim ÖZEN,Maçka Belediye Başkanı Ertuğrul GENÇ 'i ziyaret ederek derneklerine verdikleri destekler için teşekkür ettiler.Femin & Art Kadın Sanatçılar Derneği Genel Başkanı Şükran Üst 5 OCAK 2007 de kurduğumuzderneğimiz Henüz 35 aylık ama biz 4 fuar 3 uluslar arası resim festivali,yurt içinde ve yurt dışında birçok ilde resim sergileri,paneller düzenledik ,hepsi bir birinden önemli 36 etkinlik yaptık.İstanbul,Ankara,Ordu,Mersin illerinde derneğimizin şubelerini açtık..Önemli olan birşeyde bu dernek şubelerinin ordan gelen talepler doğrultusunda yapmamız..Bu da bizi gurulandırıyor.Bir genel merkezin Trabzonda kurulup ülkeye yayılması yaptıklarımızın ne kadar doğru olduğunu gösteriyor.Bütün bize maddi manevi desteklerini sunan Başta bakanımız Sayın Faruk Özak olamak üzere Valilerimiz ,belediye başkanlarımız,Kültür bakanlığımız ve il kültür müdürlüğümüz,İş adamlarımız ..sanatçı dostlarımız ,Yerl ve ulusal basınımıza ve tüm Trabzon halkına teşekkürl ediyoruz..Artık gelenekselleşen 4. uluslar arası resim festivalimizin hazırlığını yapıyoruz..yine birçok ülkeden ve ülkemizin dört bir köşesinden,üniversitelerinden davet ettiğimiz sanatçılarımızla Trabzonu resimleyecek, dünyaya tanıtımına katkı yapacağız.2011 UNESCO Evliya Çelebi yılı ilan etti.11 TEMMUZ 2011 de DÜNYA KADINLARI NIN TUVALİNDE EVLİYA ÇELEBİNİN İZLERİ temasını işleyeceğiz,Belediye başkanımızı ziyaretimizde aldığımız kararla 2011 Olimpiyatları çeçevesinde meydan üst geçidinin ayaklarını dünya sanatçılarıyla resimleyeceğiz.Festivalimiz her zamanki gibi bir hafta sürecek Trabzon ve ilçelerinde resimler,paneller yapacağız ,İkinci ayağında ise DÜNYA KADINLARI EVLİYA ÇELEBİNİN İZİNDE projesi ile avrupa ülkelerini gezip ordaki sanatçılarla Osmanlı döneminde Evliya Çelebinin gezdiği şehirleri resimleyeceğiz...Tüm çalışmalar Trabzonda toplanıp sergilenecek.dedi.

9 Aralık 2010 Perşembe
























































FEMİN & ART KADIN SANATÇILAR DERNEĞİ ,TRABZON-MERSİN SANAT KÖPRÜSÜ ETKİNLİKLERİ İÇİN MERSİNDEYDİK. DAVET EDİP AĞIRLAYAN İÇEL SANAT KULÜBÜ YÖNETİMİNE VE ÇOK DEĞERLİ SANATÇI DOSTLARIM OLGA ,SEBAHAT,NEVİN VE IŞIL HANIMA ..SERGİYE,PANELE,PERFORMANS ÇALIŞMASI VE FİLM GÖSTERİMİZDE GELEREK BİZİ ONURLANDIRAN MERSİNLİ SANATÇILARA,SANAT DOSTLARINA HERKESE TEŞEKKÜRLERİMİ GÖNDERİYORUM..KÖPRÜLERİN ÇOĞALMASI DİLEĞİYLE..

29 Kasım 2010 Pazartesi

Trabzon'da Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü Etkinlikleri







Trabzon'da Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü Etkinlikleri '25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü' Etkinlikler kapsamında, 8 kadın derneğinden oluşan Trabzon Kadın Platformu dernek başkanları Trabzon valisi Dr Recep Kızılcığı ziyaret etti. Düzenlenen toplantıda konuşan Vali Kızılcık, Kadının toplumda daha fazla görünür ve pozitif ayrımcılık çerçevesinde iş hayatında daha etkin olabilmesi için devlet olarak önemli çalışmalar yürüttüklerini ifade ederek 'Çalışmalarımızda sizlerde kadın örgütleri ve hayatın her alanında faaliyet gösteren kadınlarımızın temsilcileri olarak aktif olarak yer alıyorsunuz' dedi. Kızılcık, kadına yönelik şiddetin önlenmesi için kadın hakları konusunda bilgiler yer alan 5 bin broşürün yanı sıra afişler ve bazı kitaplar hazırlattıklarını anlatarak, afişlerin şehir merkezi ve tüm ilçelerde asılacağını, broşürler ve kitapların da dağıtılacağını söyledi. Bunun kadına yönelik şiddetin sona erdirilmesi açısından önemli bir çalışma olduğuna işaret eden Kızılcık, 'Kadına karşı şiddet sadece fiziksel şiddet değildir. Bu yayınlarda kadına yönelik psikolojik şiddeti de açıklayıcı bilgiler var. Kadının erkekle eşitliğini her alanda sağlamak ve iş alanına daha fazla katılmasını istiyoruz. Bu alanlarda da belediye ile işbirliği içinde uygulamaya konulan bir projemiz var' dedi. Platform Dönem Sözcüsü Cavidan Yılmaz da platform adına isteklerini içeren belgeyi sundu. Kadına yönelik şiddetin çözümü için Trabzon ‘da şiddetle ilgili çalışma yapan kurumlarda görevli personelin sürekli eğitime alınması, şiddet konusunda Emniyet, Sosyal Hizmetler ve Sağlık Müdürlüğünün ellerindeki verileri açıklaması, yapımı süren Sığınma Evi'nin işleyişinde kadın örgütlerinin de oluşturulacak komisyonda yer almasını istedi. Kadına yönelik şiddette kadının ekonomik bağımsızlığının çok önemli bir yer tuttuğunu ifade eden Yılmaz, 'Kadınların ekonomik özgürlüklerinin desteklenmesi için sosyal güvenceli ve sürekli iş ortamları yaratılmasını, kadına yönelik şiddetle mücadele sürecine erkeklerin katılımını sağlamak için Valilik ve Kadın Platformu ile kahvehanelerde düzenlenen eğitim seminerlerine devam edilmesini istiyoruz' dedi. Trabzon valisi Kızılcık da kadınlara kalıcı istihdam imkânlarının oluşturulması için mikro kredi uygulamasının ötesinde özellikle İŞKUR sayesinde kadınlara yönelik mesleki eğitim kursları da verdiklerini ifade ederek, kadınlara yönelik yeni imkânlar konusunda kadınların yaratıcı fikirlerine ihtiyaçları olduğunu söyledi. Toplantı sonrası Kızılcık ve toplantıya katılan Dernek başkanları ile, İl Nüfus Müdürlüğü önündeki duvara kadına şiddetin önlenmesi konusunda hazırlanan afişi astı. Şükran Üst
.ExternalClass .ecxhmmessage P
{padding:0px;}
.ExternalClass body.ecxhmmessage
{font-size:10pt;font-family:Tahoma;}

TRABZON BELEDİYESİ ZİYARETİ





































Femin & Art Kadın Sanatçılar Derneği Genel Merkezi 4. uluslar arası resim festivalinın çalışmalarına başladı.Trabzon belediyesini ziyaret eden dernek yönetimi,bu güne kadar yaptığı katkılar için belediye başkanı Orhan Fevzi GÜMRÜKÇÜ OĞLUNA teşekkür plaketi verdi.Genel başkan Şükran ÜST 4. uluslar arası resim festivalini buyıl UNESCO nun Evliya ÇELEBİ yılı ilan etmesinden yola çıkarak festivalin temasının ‘’DÜNYA KADINLARININ TUVALİNDE RENKLERLE EVLİYA ÇELEBİ '’olarak belirlediklerini söyledi..
zon’da 4. Uluslar arası resim festivali ‘’Dünya Kadınlarının Tuvalinde Renklerle Evliya Çelebi’’ farklı şehirler ve ülkelerden davet edilecek kadın sanatçılarıyla canlı performans resim çalışması, sergi ve panel

Türkiye’sini tarihin izlerini takip ederek yeniden tanıtma, kültürler arası diyalogu sanat yoluyla geliştirme. Kültür ve tarihle ilgili bu bilgi ve uygulamaların daha iyi kavranabilmesi için bu projede Türkiye tarihinin bu önemli ama az bilinen Kültür mirası Bir Kişilik olan Evliya çelebiyi anacağız.
Dünya Kadınlarının Tuvalinde Renklerle Evliya Çelebi kaybolan kültüre dikkat çekmek ve Türkiye toplumunu kendi mirasıyla yeniden buluşturmak için tasarlanmış bir kültür sanat rotasıdır.
Çok katılımlı böyle bir etkinliğin geçen yıllardaki çalışmalarımızda da gördük ki yazılı ve görsel meydanında katkısıyla birçok ülkeye kentimizi, ülkemizi tanıtımına ve sorunlara dikkat çekmeye büyük katkısı oldu.
Ülkemizin ve şehrimizin tanıtımı için yaptığımız çalışmalar için belediyemizin desteğine ihtiyacımız vardır.Geçen yıllarda yaptığınız gibi festival süresince sanatçılarla yapacağımız çalışma alanlarına gitmek için iki aracın tahsisine ve meydan üst geçit ayakları günümüz Trabzon kültürünü, tarihini, sanatını yansıtan motiflerle resimlemek için boya ve malzemelerin temini katkısını bekliyoruz dedi.
Başkan GÜMRÜKÇÜOĞLU Femin & Art Kadın Sanatçılar Derneğinin Trabzonun Tanıtımına yaptığı katkıları gururla izliyoruz.Çabalarınızı taktir ediyoruz,hertürlü desteği vereceğiz.Bu proje beni çok heyecanlandırdı,güzel bir proje diyerek Başkan yardımcısı Hüseyin TURAN 'ı çağırerek işbirliği yapmamızı gereken hertürlü yardımın yapılması talimatını verdi.Femin & Art Kadın Sanatçılar Derneği olarak Trabzon belediye başkanına teşekkür ediyoruz.

14 Ekim 2010 Perşembe

GEZİ

FEMİN&ART GENEL MERKEZİ ÜYELERİ 16-EKİM-2010 CUMARTESİ ARSİN AT ÇİFTLİĞİNDE KAHVALTIDA BULUŞACAK ARAÇLAR SAAT 11.00 DE TANJANT KİLERİN ÖNÜNDEN KALAKACAK

ÇOK DEĞERLİ DERNEK ÜYELERİMİZ ,YAZARLARIMIZIN HAFTALIK KÖŞE YAZILARINI YAZILARINI OKUYUN

NURCAN YAZICI
http://www.turksesigazete.com/haberdetay.asp?ID=16753

FATMA BABUŞCU
http://www.takagazete.com/kose.php?id=3449
www.takagazete.com

HÜLYA SEZGİN
http://www.haberhurriyeti.com/IcerikDetay/1894-spil%e2%80%99de-heidi-gibi-buyukbabamizi-aradik--.aspx
ANKARA ŞÜBE BAŞKANIMIZ HATİCE ERDİ'NİN ''PAZARTESİ DÜŞLERİ''RESİM SERGİSİ.KENDİSİNE BAŞARILAR DİLİYORUZ TCDD Sanat Galerisi
Kokteyl: 23 Kasım 2010 Saat: 18.00-20.00
Sergi 23 Kasım 2010-03 Aralık 2010 tarihleri arasında Cumartesi, Pazar ve
resmi tatil günleri hariç saat 08.30-17.30 saatleri arasında açıktır.
Atatürk Cad. No:444 Gar Karşısı Alsancak / İZMİR Tel: 0 232 463 16 22

UÇAN SÜPÜRGE ÇOCUK GELİNLE RPROJESİ KAPSAMINDA TRABZONA GELDİ VE GÜZEL BİR SUNUM YAPTI.FEMİN & ART ÜYELERİ ORDAYDIK

FEMİN & ART ÜYEMİZ YAZAR FATMA BABUŞÇU SAHİBİ OLDUĞU NEZİH MEKAN KAFE AYRINTININ BİRİNCİ YAŞ GÜNÜNÜ SANATÇI DOSTLARIYLA KUTLADI..BOL KAZANÇALAR DİLİYORUZ.
FEMİN & ART ÜYEMİZ YAZAR FATMA BABUŞÇU SAHİBİ OLDUĞU NEZİH MEKAN KAFE AYRINTININ BİRİNCİ YAŞ GÜNÜNÜ SANATÇI DOSTLARIYLA KUTLADI..BOL KAZANÇALAR DİLİYORUZ.


FEMİN & ART ÜYELERİ CUMARTESİ ATATÜRK KÖŞKÜ YANI TUANADA KAHVALTIDA BULUŞTU
Kahvaltı buluşmasında gelecek günlerde yapılacaklar planlandı .derneğe iki yeni üye kaydoldu.
FEMİN ART GENEL MERKEZİ YENİ ÜYEMİZ RESSAM HEPŞEN ALBAYRA ARAMIZA HOŞ GELDİN

10 Eylül 2010 Cuma

TRABZON DEYİNCE





Fatma Babuşçu
fbabuscu@hotmail.com

Tarih: 02.09.2010 Saat: 09:26:17








“Oradan bakınca nasıl gözüküyor Trabzon?”
Ege’de yaşayan; sevginin, aşkın, kadınların şairi olduğunu iddia eden yeni yetme şairlere benzemeyen şair arkadaşıma soruyorum bu soruyu.
Aramızda sonsuz kilometreler olsa da, bu şehirle ilgili gelişmelerden haberli olduğunu tahmin ediyorum.
Trabzon’a nasıl bakıyorsa, bana da öyle bakacaktır, merakım biraz da ondan!..
Ağır, kırıcı olmamakla birlikte; bana Trabzon’la ilgili daha çok da olumsuz şeyler yazacağını sanıyorum nedense.
Şehir olarak sicilimiz ortada…
Soruma yönelik daha çok da olumsuz yanıt beklememde, şehir dışındayken yaşadığım bazı anların da katkısı var. Nereli olduğum sorulunca, verdiğim cevapla ilgili kendini hissettiren tepkilere tanık oldum kaç kere. Olağan, olması gereken tepkiler ummuştum oysaki.
Trabzon deyince (entelektüel insanların), yüzlerinde önce bir öfke dalgası kabarıyor.
Son yıllarda yaşanan tatsızlıkları anımsatıp geriliyorlar. Benim de canım sıkılıyor. Ama çok belli etmiyor, yalnız kaldığım zamanlara saklıyorum sıkıntımı açmayı.

Bazan da; iyi ki Trabzon gibi bir şehrimiz var, dercesine abartılı, sinsi, art niyetli bir hayranlık yakalıyorum yüzlerde, sözlerin tınısında. Hoyrat, tez canlı insanların yaşadığı, dolayısıyla da hak edenlere layıkıyla haddini bildiren bir şehir olarak görüyorlar burayı.
Ne büyük yanılgı!..
Öyle düşünmesi kadar düşündürtmesi de ayrı bir talihsizliktir ya!..
Genelde fanatizm yanlısı insanlar oluyorlar. Onların Trabzon’a ne tür bir pencereden, ne tür bir psikolojiyle baktıklarını gayet iyi anladığım için hiç hoşuma gitmiyor sempatileri. Katı, ön yargılı, öfkesi kabarmış halde bakanlardan daha tehlikeli görüyorum onları.
Öldürmenin neresi güzel? Ayrımcı, ırkçı, dışlayıcı bakışın neresi, anlamıyorum.
Ünlü şair Bedri Rahmi Eyuboğlu’nu düşünüyorum böyle zamanlarda. Onun, Trabzon deyince aklına gelen o bin bir güzellik, anlam nerde, son dönemlerde hatırlananlar nerde!..
Son yıllarda gündemi meşgul eden olumsuz gelişmeleriyle anılır oldu Trabzon.
Buradaki kültürel yapıyı, tarihi önemi, insanının öne çıkan karakteristik özelliklerini, sanatsal faaliyetlerdeki canlılığı, mevsimsel değişkenliklerin getirisi sonsuz güzellikleri göz önüne getirip hatırlayanlara rastlamak gitgide azalıyor.
Şehre dair olumlu her tür gelişme, güzellik, değer gölgede kaldı gibi bir şey. Bilinçli olarak yaşatılan tatsızlıkların gölgesine itilip, unutturuluyorlar mı ne!

Şairler ince, naif, düşünceli insanlardır. Adları ‘yalancı’ya çıksa da hep güzel şeyler söyler, yazarlar. Bir kere; en zor, en gergin zamanlarınızda güzel şeyler fısıldarlar kulağınıza.
Trabzon deyince, durdu, düşündü şair arkadaşım. Can sıkıcı yaşanmışlıkları hatırlatmanın gereksizce olacağını düşündü besbelli ki… Bedri Rahmi’nin şiirine sığdırdığı bütün o güzel yönlerini tam olarak gözlemleyip bilemese de şehrin öne çıkan taraflarına değindi.
Örneğin Karadeniz kadınlarının ne kadar cefakar, çalışkan olduğuna.
Erkeklerininse…

Kadınlarımıza oranla onların durumu da malum. Bir başka yazımda değinirim belki.
Farklı görüş ve görünüşlere fırsat tanımayan katı, sığ, dışlayıcı, hoşgörüsüz yaklaşımlar unutulmamalı, örtbas edilmemeli elbette. Fakat işlenen her kötülüğün bir şehre, bireylere gizliden gizliye ya da açıkça mal edilmesi de haksızlık olur.
Sınıfta biri, bir hadsizlik, saygısızlık ya da insanlık dışı bir yaklaşımda, eylemde bulundu diye, olayın acısını taa içinde hisseden herkesi sıra dayağına çekmek gibi bir şey.



Not: derneğimizin değerli üyesi Fatma babuşcunun yazılarını Taka gazetesinden takip ebilirsisniz

8 Eylül 2010 Çarşamba

19 Ağustos 2010 Perşembe

ÇİTLEMBİK : SİBEL CUMALİ

ÇEKİRGE YAZIATÖLYESİ YAZARLARINDAN SİBEL CEMALİNİN ÖYKÜSÜ ŞU AN SİZ BU ÖYKÜYÜ OKURKEN KİMBİLİR DÜNYANIN BİR YERİNDE BU ÇİRKİN OLAYI YAŞAYAN KAÇ KADIN VAR.

Çitlembik
Sibel Cemali
Sağ elinde kaşık öylece kalakaldı. Gözleri sabit, bir şeylere kulak kesilmiş kıpırtısızca dinliyordu… Yine ne oldu? Korkulu gözlerle birbirimize baktık. Dikkat kesildik. Sonra panikledim ve önlem almamız gerektiğini hatırlayıp, olay büyümeden acilen harekete geçtim. Bir saniye bile çok geç olabilirdi. O bildiğimiz sonla noktalanmaması için tam dikkatini dağıtıp bir şeyler anlatmaya başlıyordum ki, tehdit edercesine gözlerimin içine öfkeyle baktı.
“Şıışt… şıışt” deyip elindeki kaşıkla işaret etti. Sessizleştik yeniden. Yemeğe ara verip etrafı dinlemeye koyulduk. Tam o anda şaşkın bir sinek, tepemizde sinir bozucu vızıltılar çıkararak dönüp duruyordu. Gözlerim annemle sinek arasında gidip geldi bir süre. Neyse ki az sonra sakinleşti. Sonbaharın soğuğundan olsa gerek fazla ısrar etmeyip televizyon camını mesken tuttu. Gerginlikten mi, yoksa içinde bulunduğumuz anın saçmalığından mı dudaklarıma kadar yükselen gülme isteğimi zor engelliyordum. Karşımda oturan ablamın yüz göz işaretlerinden tehlikenin boyutlarını anlayabiliyordum, ama...
Bu sahne yıllardır zihnimde dönüp durur; Sanki yirmi yıl önce değil de dün yaşandı her şey. Öyle olmalı, evet evet dün (Çünkü çok canlı hâlâ). On dört, on beş yaşlarımdaki çocuk hallerim gözümün önünde canlanıyor. Terk edilmiş Rum evlerinin kapalı kapılarının önünden geçiyor, iki kenarında kestane ağaçlarının sıralandığı sessiz boş sokaklarında, çaresiz ve öfkeli küçük bedenimle dolaşıyor(um)…
Babam, o zamanlar iş için gezilere çıkar ve uzun zaman dönmezdi. Kim bilir belki de biz öyle biliyorduk. Eve dönmesini bekliyorduk. Birkaç haftadır heyecandan uyku düzenimiz de yemek düzenimiz de değişmişti. Annem ara sıra yakında okula başlayacağımız için, erken yatmaya alışmamız gerektiğini söylese de çok üstelemiyordu. Çünkü kendisi de heyecanlıydı. Bazı geceler hiç bilmediğimiz, duymadığımız masallar anlatırdı. O anlarda annemin ses tonu bambaşka, yumuşacık oluverirdi. Bizimle birlikte o da girerdi masala. Unutuverirdi hüzünlerini, yalnızlığını, sorumluluklarını… Yakaladığımız yakın anları uzatmak için çocukluğunu anlatmasını isterdik. Israrlarımıza dayanamayıp geçmişinden çocukluk maceralarından, şimdi çoktan kurumuş kurbağaların seslerinin bile unutulduğu gölde arkadaşlarıyla nasıl yüzdüğünden, gurur duyduğu uzun, yumuşak, altın ışıltılar saçan ipek saçlarından söz ederdi. Annemin dünyasını, ruhundaki çalkantıları daha iyi gözlüyor olsa gerek ablam ona biraz daha sokulurdu… Eğer keyfi yerindeyse bu atmosferin verdiği doyumla mutlu bir şekilde yatıp uyurduk, değilse kaçacak yer arardık.
O zamanlar, ablamın, gün boyu okuduğu romantik beyaz dizilerden başını kaldırıp duvardaki sabit bir noktaya gözlerini dikerek hayallere dalması bizim için ayrı bir eğlenceydi. Bu büyülü anları saymazsak, evimizin duvarlarına bir büyük yalnızlık ve güvensizlik sinmişti. Evdeki sıkıntılı ortamı yaramazlıklarımla, esprilerimle yumuşatmaya çalışsam da terk edilmişlik duygusu ortak paydamızdı. Dünyanın bütün yükünü tek başına taşımaya çalışan çaresiz genç bir kadın. Komşulara, akrabalarına, pazarcı kadınlara, okulda görüştüğü öğretmenlere; iki kız çocuğunu büyütmenin zorluklarından dert yanardı. Küçük yerdi burası, bütün gözler iki kız çocuğuyla tek başına mücadele eden genç bir kadındaydı ya da o öyle düşünürdü. Sinirliydi, gerginliği her geçen gün artıyor, bazen de öfke patlamalarına dönüşüyordu. Bağırır küfreder, yetmedi küçücük bir kabahatini bahane ettiği ablama eline ne geçse fırlatırdı. Ablam cılız lambaların aydınlattığı sokaklarda yüreğinde gümbürdeyen korkunun davulları eşliğinde Ada’nın diğer ucundaki babaanneme sığınırdı.
Yıllarca ablamın yemek sahnesinde yardım isteyen gözlerini zihnimden atamadım. Yine kaçması gerekeceğini düşünüyor olmalıydı. Keşke öyle olsaydı ve ben de onunla sokaklara düşseydim, diyorum bunca seneden sonra. Geriye dönülemeyeceğini bile bile. O gece de, annemin o anlarından biri sandık… Ama ne yazık ki değildi! Zaten annemin yüzünde farklı bir ifade vardı bu kez. Ne öfke nöbetlerindeki gibi patlamaya hazır kasırga, ne de polis sireni çaldığında veya gecenin bir yarısında kavga eden karı-kocaları duyduğunda çehresine yerleşen felaket ifadesi… Bu defa farklı! Sesleri şimdi biz de duyabiliyorduk. Annem elinde kaşığı öylece duruyordu. Boğuşma, itişip kakışma… Hırıltılar… Karşı koyma… Sonra tokat sesi… Birini dövüyor olmalılar! Çok yakınımızda; sanki bodrumdan geliyor. “Hayır! Yapma! Ne olur!” Bu sesleri güçlü bir tokat daha izledi. “Herkese evet… Bana hayır öyle mi?” Kısa bir çığlıktan sonra ağlama sesleri derken kesik kesik hıçkırık sesi duyuldu. Annem hızla yerinden kalktı, kapının arkasına sakladığı demir çubuğu alarak yavaşça geceye dalıp kayboldu. Ablamla öylece kalakaldık. Tek başımıza… Öylece… İki küçük kız… Öylece… Tek başımıza… Annem… Anne…
Kısa süren bir duraksamadan sonra geniş balkona açılan kapıdan annemi takip ederek dışarıya çıktım. Annem yarı deli ev sahibimizin evlatlık oğlundan bizi korumak için olacak hava daha kararmadan evde olmamızı ister, o saatlerde sokakta kalmamıza asla izin vermezdi. Tedirginlik ve heyecan karışımı bir duyguyla dışarıya çıktığımda ayın gümüşi ışığıyla her yeri sardığını gördüm. Gökyüzünde martılar, kanatlarıyla havayı yararak parıltılı ışıl ışıl kavisli yaylar çizerek akıyorlardı. Bir çatıdan bir çatıya süzülerek uçan ve yeryüzüne doğru yaklaşan gece perileriydi sanki. Sesleri; bahçeleri, kırmızı kiremitlerle kaplı çatıları, bacaları, yolları doldurarak alçalıyor; oradan rüzgârlarla ilerleyerek ada’nın tepesindeki ormana doğru yükselip boşlukta kayboluyordu. Aşağıdan bodrumdan gelen seslerle tezattı… Bu dinginlik… Bu sihir…
Annem yine yan komşumuz olan gece bekçisi Hüseyin amcanın kapısındaydı. Acil durumlarda önce onun kapısını çalardı. Yarısı bahçe seviyesinin altında olan küçük evinde, oğlu ve karısıyla geçinip giderdi Bekçi Hüseyin.
Üstünde çizgili pijaması, uykulu gözlerle annemi karşısında görünce; “Hayrola komşu?” diye şaşkınlığını belli etti. Annem cevap vermeden elindeki demir çubukla az önce seslerin geldiği yeri işaret ediyordu. Bekçinin telaşla içeriye dalıp tabancayla çıkması bir oldu. Kendisine ağır gibi gelen topluca kalın gövdesiyle annemin gösterdiği yere yöneldi. Bana doğru yaklaşıyordu, yaklaştıkça dağılmış saçlarını, uykulu gözlerini daha iyi görebiliyordum. Aramızda yalnızca merdiven engeli kalmıştı ki yönünü değiştirip, balkonumuzun altında sarmaşıklarla örtülü olan depoya yöneldi. Sesleri şimdi ben de duyabiliyordum. Ancak kısık mırıltılar halinde geliyordu. Büyük kahraman edasıyla kapıya yaklaştı. Heyecan, korku karışımı duygular arasında kalp atışlarımın gümbürtüsünü duyabiliyordum.
Bu sırada üst katta oturan ev sahibimizin ışığı yanmıştı. Merdiven başında yüz kiloluk heybetiyle elleri belinde, her zamanki pozisyonunda duruyordu. Gölgesinden anlayabiliyordum. Arkadan vuran ışığın etkisiyle merdivene düşen iri karanlık gölgesi masallardaki devleri hatırlatırcasına ürkütücüydü. Konuşanın bu karanlık, öfkeli gölge olduğunu düşünürdüm o zamanlar. Ev sahibimiz yaşlı, şeker hastası, şişman bir kadındı. Kardeşinin oğlunu evlatlık edinerek malın mülkün yabancıya gitmesini engellemeye çalışmıştı; ancak sık sık İstanbul’a inen delikanlı, çoğu zaman kolunda fahişelerle geri dönerdi. Hacı olduğunu söyleyen yaşlı kadın tiz sesler çıkarıp uzun tiratlardan sonra evin uzun, karanlık dehlizlerine çekilir; bir süre görünmez olurdu. Birkaç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi dilinde en mübarek dualar ve en sofu halleriyle yeniden ortaya çıkardı. İri, geniş cüssesi, üstündeki yassı büyük başıyla sağa sola laf atmaya başlardı. Yüksek balkona çıkan dik merdivenlerin başında durup herkese ahkâm keser, namustan ve Ada’nın doğudan gelenler nedeniyle bozulduğundan bahsederdi. Bu yüzden ne çocuklar ne de mahallenin kadınları tarafından sevilirdi.
“Hüseyin! Huu! N’oluyor? Gecenin bir yarısında, ne bu gürültü canım?” diye bağırdı. Hakaret etmeye başlayacağı zaman bu ses tonuyla konuşurdu… Bekçi Hüseyin’le arası pek yoktu. Geceye karışmadan önce, içerde durmamız gerektiğini söylemeyi ihmal etmeyen anneme rağmen balkondaydım. Ablam, annemin kızmasından korktuğundan kapıyı kendisine siper edecek şekilde bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda ardım sıra bakıyordu. Hıçkırıklar! Yakarışlar! Boğuşma sesleri… Düşen eşyalar, kırılan camların çıkardığı sesler duyuluyordu.
O yaşta onca şeye, evin önündeki balkonumuzdan tanık olmuştum. Sokakta uzun süre kalmamıza izin verilmediğinden oyun bahçemiz gibiydi balkon. İp atlar, kitap okur, ders çalışır ya da arkadaşlarımızla ergenlik döneminin merakıyla saatlerce konuşurduk. Benim en yakın arkadaşım, sırdaşım Derya’ydı. Derya ile ortak yanımız babasız büyümüş olmamızdı. Bizim de babalarımız vardı diğerleri gibi. Beraber sokakta oyun oynadığımız çocuklar, babaları geldiğinde koşarak babalarına sarılırlardı. Onlar el ele evlerine girerken bakakalırdık arkalarından. Boş sokakta ikimiz, yalnızca ikimiz… Ben ve o…Yalnızca biz… Yalnızca… Ben… Ve… O…
Annesi, babasından söz açıldığında bildiği en okkalı küfürleri savurur, öfkeden kararan yüzünü başka yöne çevirirdi. Derya, uzun boylu ve çok güzeldi. İri haleli gözleriyle, her an incinecekmiş gibi ağlamaklı bakardı. Yer yer küçük benlerle süslenmiş, şeffaf, pembe beyaz bir teni vardı. Heyecanlandığında ya da utandığında al al olurdu yanakları. Dudakları masum pembe gül yaprakları gibi kıvrılırdı. Küçük yaşına rağmen kahverengi saçlarının arasında gezinen ince, uzun parmakları adeta flört edercesine baştan çıkarıcı olurdu. Bunu erkeklerin bakışlarından anlardım. Çok şefkatliydi, ama kimse bilmezdi. Okuldan eve dönerken sırtımdaki çantamla yüksek kaldırımın kenarında ip cambazları gibi yürümekten çok hoşlanırdım. Kimi zaman da eve kadar bir sağ ayağımın üstünde bir sol ayağımın üstünde zıplaya zıplaya giderdim. Yine öyle bir zamandı. At arabasından kurtulan bir çift at, yokuş aşağı yüksek sesle kişneyerek dörtnala üzerimize geliyordu. Korkudan donakalmıştım. Derya’nın hızla beni çalıların arasına itmesiyle atların tepemizden geçmesi bir oldu. Yüzüm, ellerim, dizlerim her yerim kan içindeydi. O da yaralanmıştı. Balkona ve kapıya çıkan birkaç meraklı göz bir şey olmadığını görünce güvenli yuvalarına geri dönmüştü. Kimsenin umurunda değildik. Biraz sakinleştikten sonra Derya beni eve götürdü. Neyse ki annem yoktu da hesap vermekten kurtulmuştum. Derya’yla kişilik özelliklerimiz ise tamamen zıttı. Ben ne kadar sinirli, hırçınsam, o da o kadar sakindi. Ancak sadakat duygusu, şefkati, ürkekliği ve bitmez tükenmez sevgisi… Kimse, hiç kimse onun kadar yakın değildi bana. Ben ve o… Gökyüzü… Tırmandığımız çiçekli erik ağaçları, çitlembik ağaçları… Bembeyaz elbiseler içinde topladığımız karadutlar, annemden işittiğim azarlar… Ben ve o…
Evimizin önündeki bahçeye Derya’yla sık sık gizlice girerdik. Meraklı gözlerle sebzeleri inceler ancak ev sahibinden de korkardık. Bazen evlatlık üvey oğlu yanımızdan geçer deli bakışlarını Derya’nın üzerine diker uzun süre yılışıkça gülerdi. İçim ürperirdi böyle anlarda. Derya’yı alır üst taraftaki balkonda kitap okuyan ablamın yanına giderdim. Nefes nefese olurduk. Ancak konuşmayıp suskunlaşırdık.
Sebze bahçesine gizlice girdiğimiz bir başka gün ise başımıza gelecekleri bilmiyorduk. Derya, yavru bir kediyi severken üstümüze fazla uzun olmayan sıska eğri vücudun gölgesi düştü. Başımızı kaldırmaya fırsat bulamadan, “Söyle bakiiim, senin adın ne? Daha önce böyle güzel bir kız görmedi bu bahçe!” diyerek tıslayan sesin sahibi ikimize de yabancı gelmemişti. Ondan hep çekinmiştim. Önce çocukça bir tepkiyle sarmaşıklarla örtülü olduğu için dışarıdan görülmeyen depoya kaçmıştık. Ancak peşimizden gelip kapıyı itmeye başlayınca, onun deliliğine dair annemin ve mahallenin söylediklerini hatırlayıp korkuyla, kapana kısıldığımızı fark ettim. Evimiz hemen üst katta olmasına rağmen çıkamıyorduk bir türlü, seslenmek ise daha büyük hata olurdu. Annemin, hem Derya’yla olmama hem de ev sahibinin üvey oğluyla oyun oynadığımızı sanıp kızmasına yol açacaktı. İçeriye kendimizi hapsetmiştik. Çünkü o kapıdaydı. Camları olmayan karanlık bir odaydı burası. Nem, küf ve çöp kokuyordu. Gözlerimiz karanlığa alıştığında duvarların, yeşilimsi yosunlarla kaplandığı, harabe biçimindeki küçük bir odada bulduk kendimizi. İlk defa giriyordum buraya. Sağ tarafta bir kanepe, üstü battaniyeyle örtülmüş, köşede eski elbiselerin konduğu iki kapılı bir dolap duruyordu. Ortadaki kırık sehpanın üstünde kırık bir vazo, birkaç su bardağı boş bira ve şarap şişeleri vardı. Çöpler eski yırtık halının üzerinde her yana saçılmıştı. Buranın kullanıldığını bilmiyordum. Korkudan ölecek gibi olmuştum. Ama çaresizlik duygusundan nefret ederdim. Kapının dışarıdan zorlanmasıyla Derya’nın ağlamaya başlaması bir olmuştu. Bütün öfkem ortaya çıkmıştı, hızla kapıya yüklendim. Karşı taraf bunu beklemiyor olsa gerek, yere yığılmasına az kala son anda toparlanmıştı. Dengesini sağladıktan sonra tükürerek “Küçük orospular sizi! Annen her gece otellerde sürtüyor ağlamıyorsun şimdi ağlıyorsun öyle mi?” Derya’nın kolundan kavrayarak “Bir gece yemeğe götüreyim mi seni?” derken ağzından salyalar akıtıyordu. Gözlerinin ta içine bakarak “Bırak kızı yoksa çok fena olacak!” deyip üzerine yürüdüm. Sesim kendime bile yabancı ve uzak geliyordu. Benden mi çıkmıştı bu ses!.. Eve girdiğimizde öfke ve korkudan sara hastası gibi titreme nöbetine tutulmuş vücudumu kanepeye yığılırcasına bırakmıştım. Bir yandan da annemin korkumuzun nedenini bilmemesi için dualar ediyordum. Annem, Derya’nın annesi hakkında çıkan dedikodulardan çekindiğinden Derya’yı çok sevmesine rağmen bize gelmesini istemezdi. Yine söylenmeye başlayarak mutfağa dalıp kaybolmuştu. Derya’nın gözleri yaşadığımız olayın da etkisiyle dolu dolu olmuştu. Kırgınlığının, küskünlüğünün nedenini anlayabiliyordum. Hep horlanıp dışlanıyordu. Büyüdükçe üzerindeki baskılar daha da artıyordu. Çember her geçen gün daralıyordu. Sınıf arkadaşlarımızın alayları, annelerinin annesiyle ilgili kinayeli lafları, öğretmenlerin görmezlikten gelen bakışları ve tabii erkekler… Erkekler…
Çığlık! Acı bir çığlık! Yeniden beni yıllarca zehirleyen o gece… Balkondan aşağıya sarkmış bir şekilde Bekçi Hüseyin’i izliyorum. Büyük yassı başını görebiliyordum bulunduğum yerden. Hemen altımızdan geliyordu sesler. “Hayır! Lütfen!” Yakarışlar… Ama bu ses… Bu… Sesi…
Gölgesi ta aşağı merdivene vuran ev sahibi kadın da duymuştu bu çığlığı. Nadiren dışarıya çıkardı, hastaydı. Onun çıkmadığı günlerde mahallemiz iyiden iyiye sessizleşirdi. Çıktığında ise sataşacak birilerini arardı. Ya komşularına bağırırdı ya da kimseyi bulamazsa “Sünepe herif” dediği kocasını azarlardı. Gün boyu küfrederdi, ağzı bozuktu. Bizi bahçede gördüğünde kiracısı olduğumuz için bana değil, ama Derya‘ya başlardı ağzına geleni söylemeye; annesinin orospuluğundan başlar, bir gün sonunun ona benzeyeceğini söyleyerek devam ederdi… Derya’nın gözleri dolu dolu, topraktan kirlenmiş elleriyle sıkıntılı bir şekilde refleksle yüzünü siler, bahçenin dik yolundan hızla koşarak uzaklaşırdı. Arkasından öfke ve hınçla kalakalırdım. Ev sahibi denecek o nefret kuyusu pis gövdeyi öldürme isteğiyle yanıp tutuşurdum Derya’nın arkasından bakarken.
“Hayııııııırr! Lütfen yapmaaa!” Haykırışlar, devam ediyordu. “Hüseyin huu! N’oluyor orada?” diye durmadan derin, genizden gelen boğuk sesiyle bağırıyordu.
Derya’nın okulumuza geldiği ilk gün öğretmenimiz Şükran Hanım, onu yanıma oturtmuştu. Daha ilk görüşte iyi anlaşmıştık. Arkadaşlığımız giderek güçlenmişti. Öğlen yemeklerini birlikte yiyor, ödevlerimizi birlikte yapıyorduk. Ancak annesinin okula geldiği bir gün tartıştıklarını gördüm. “Buradan da kovduracaksın” diyordu annesine. Annesi orta yaşı geçkince olmasına rağmen saçlarını açık sarıya boyamış, kısa denecek dizüstü yeşil bir elbise giyinmişti. Yüzünde gece makyajı denecek kadar ağır bir boya tabakası vardı.
“Ne o! Annenden mi utanıyorsun? Karnını kim doyuruyor? O paraları nasıl kazanıyorum haberin var mı senin?” deyip tükürükler saçtıktan sonra arkasını dönüp gitmişti. Derya’nın yüzündeki çaresizlik ve öfkeyi görebiliyordum. Ağladı ağlayacaktı. O günü izleyen günlerde kavgalar, sataşmalar başladı. Bizi o geceye götürecek başlangıcı yaşıyorduk belki de. Burası, yumağın ucunun tutulduğu yerdi, yakalamışlardı. Okul çıkışında üç beş kişi onu rahatsız ediyor, bizden büyük erkek çocukları laf atmak için çıkışımızı bekliyordu. Bir diğer gün “yumurtalı”, “yumurtalı” diye lakap takıp sataşmaları üzerine elime geçirdiğimi dövmüştüm. Ertesi gün okuldan annemi aramışlardı. Bazı veliler anneme: “Kızına dikkat et! Bu kızla arkadaşlık etmeye devam ederse o da orospu olur sonunda!” Zaten başlı başına böyle bir cümle bile annemi yerinden hoplatmaya yeterdi. O gün okul müdürünün alçak penceresinin aralığında Derya’yla bütün konuşulanları duymuştuk. “Siz karışamazsınız kızıma! İstediğiyle oynamasına izin veriyorum, bu sizi hiç ilgilendirmez!” deyip kapıyı sertçe çekip çıktığında, ben de asiliğimin kaynağının, kişiliğimin başkaldıran yanını keşfetmiştim sonunda. Eve döndüğünde ise olanlar olmuş üzerime yürümüştü. “Bir daha onunla görürsem çok fena olur!” diyen sesi öfkeden çatallaşıyor, beni doğurduğu güne lanet ediyordu. Ancak inatçılığım üstün geliyordu. Derya’yla arkadaşlığımızı devam ettiriyor, gizli gizli buluşuyorduk. Artık kimse beni oyunlarına almıyor, annemi de her salı gidilen Pendik pazarına çağırmıyorlardı. Mahalle yasaları devreye girmişti. Derya’yı dışlayıp yalnızlaştıracaklardı elbirliğiyle. Oysa o sadece bir genç kızdı. Oysaki o… Sadece… Genç bir… Kızdı… Sadece… Kız… Çocuk… Kız…
Haykırışlar! Ağlama sesleri… Küfürler karışıyor, ne olduğu tam olarak anlaşılmıyordu. Bekçi Hüseyin kapıya yaklaşmıştı. Balkondan aşağıya yarı belime kadar sarkmış olanları izliyordum. Çok sağlam olmayan eski kırık kapıyı şöyle bir itmesiyle kapının açılması bir oldu. Bekçi Hüseyin’in tabancayı tutan elleri öylece iniverdi. Ne görmüştü acaba? Küçük bir kararsızlık anından sonra içeri dalıp tekme tokat önüne kattığı ev sahibinin üvey oğluyla dışarıya çıkmıştı. “Hüseyin Huu! N’oluyor orda? Hüseyin?” diye bağırıyordu hâlâ nefret saçan ses. Artık olacak olanların önü alınamayacaktı, olmuştu olanlar… Olmalıydı çünkü… Olacaktı… Olmuştu… Olanlar.
Bayılmadan az önce gördüğüm şey ise; dudağı patlamış, kollarında çürükler, saçı başı dağılmış kanlar içindeki arkadaşım... Aman Tanrım! Bu ne! Nasıl yani?
O gece başlangıç oldu. Sessizlikte nefesini duyduğumuz, pusuda bekleyen şeytan en nihayet gün ışığına çıkmıştı. Mahalle huzurlu uyuyabilirdi artık…
Evleri, Ada’nın tepesine yakın, mahallenin bitimiyle çam ormanlarının başlangıcı arasındaki sınırda kalıyordu. Tavanı saç ve naylonlarla yarım yamalak kapanmış, tek katlı, tuğladandı. Küçük bir odası ve dar uzun mutfağı vardı. Suyu dışarıdaki sarnıçtan çekiyorlardı… Etrafı çitlembik ağaçları, renk renk saksılardaki kırmızı begonyalarla çevrili olmasına rağmen at pisliği kokuyordu… Belediye onları yoksul at arabacıları ile Çingeneler için yaptırdığı barakalara yerleştirmişti. Asıl yerleşim yerinden bir sokak yukarıya. Her yer çamur içindeydi, asfalt bile evlerine kadar devam etmiyordu. At kişnemeleriyle, küçük çocukların çığlıkları karışıyordu birbirlerine. Geceleri ise sarhoş naraları uzaktan bile duyuluyordu.
Yüreklerimizde derin pençeleriyle kanayan izler bırakarak geçiyordu zaman. Her gün başka şeyler duyuyor, değişmiş hayatlarla uyanıyorduk güne. Nehir akmaya devam ediyor… Ağaçlar çiçekleniyor… Balıkçılar fay çukurlarına yakamozlarla bıraktıkları ağlarını günün ilk ışıklarının yankılandığı parıltılı torbalar halinde çekiyorlardı. Her zamanki gibi… Kıyıda bekleşen kedilerin miyavlamalarını, martıların çığlıkları izlerdi. Denizden esen sıcak rüzgârlar mimoza ve çamların keskin kokusunu Aya Yorgi’nin en tepesine kadar taşırdı.
Hayat akıyordu, biz büyüyorduk. Ve nerdeyse unutmuştuk yaşananları… Bazen saatçi Selahattin’in kolunda, topuklu ayakkabılar üzerinde salınırken, bazen de Karadenizli yaşlı müteahhitlerle lüks balıkçılarda yemek yerken karşılaşırdık onunla. Önlerinden geçer, gözlerinin ta içine uzun uzun bakardım. İçimden “Hadi kalk henüz geç değil, ne olur hadi kalk!” dercesine yalvarırdım. Bir an eski bakışlarını yakalardım, saf, temiz, duru, ağlamaklı… Yakın… Sıcak… Şefkatli… Sonra dönerdi, yeniden dumanlar arasına… Masumdu, çocuktan genç kızlığa geçiş arasında bocalayan bedenine henüz kadınlık yerleşmemişti. Arada bir şuh kahkaha atması ve masalara çıkıp şarkı söylemesi de onun çocuk hallerini değiştirmiyordu.
Şimdi bile ellerim titriyor… Ağzıma alamıyorum… Onca direndiğimiz, birlikte ağladığımız, kavga ettiğimiz, savaştığımız… Boşuna mıydı? Narin elleri, ince uzun parmakları, damarları çıkmış, yaşlılıktan titreyen ellerin arasında kaybolurdu çoğu zaman. Aynı pembe sıcak gülümseyiş, aynı el hareketi, her şey aynıydı. Yalnız bedenine yavaş yavaş akan nefesler dışında… Her şey… Aynı… Değildi… Her şey… Aynı…
İki katlı, geniş terasları olan, yer yer dış boyası dökülmüş çocukluğumun, yetişkinliğimin, tüm zamanlarımın zehirlendiği o eski evin; kırık dökük, yağmurlardan kararmış bahçe kapısında duruyorum. Bahçedeki erik ağaçlarının yaprakları dökülmüş, erguvanların renkleri solmuş. Girişteki çitlembik ağacının altına gelince, Derya’yla başımızı geriye atıp gözlerimizi gökyüzüne, soluk mavi göğe dikip, sarı uzun dallar arasından geçen göçmen kuşlarını izlediğimiz o günleri hatırladım, hiç unutmadığım o günleri. Bahar da taptaze bir genç kız oluverir, sarı turuncuya bürünürdü; doyulmazdı seyrine. Siyah kahverengi karışımı sert, küçük meyvesi çıplak dallarının üstünde sallanmaya başladı mı anlardık mevsim sonunun geldiğini…
Dik merdivenleri çıkıyorum yavaşça. İşte yine o depo! Geçmişin karanlık dehlizlerindeki bütün anıları ortaya dökmek için orda öylece, sarmaşıklar arasında sıkı sıkıya gizlenmiş, bekliyor. Çocukluk masumiyetinin kirletildiğine tanık olduğumuz o gece… O geceden sonra ne neşeli genç kızlık kahkahalarımız, ne de temiz çocuk düşlerimiz kaldı, hepsi derin lacivert anaforlara gömüldü. Oyun bahçesi dediğimiz balkona çıktığımda, Güneş, son ışıklarını seriyor denizin oynaşan yüzeyine, bir birleşme ve bir ayrılık anı bu. Çocuk sesleri duyuyorum uzaklardan… Kahkahalar… Ben ve o… Çitlembik ağacının tatlı sert taneleriyle oynuyoruz… Ben ve o…çocuk…

10 Ağustos 2010 Salı

Sevgili Şükran hanım, Femin&Art ailesine katıldığım için çok mutluyum.
İnşallah bundan böyle; "Daima: hep birlikte ileriye ve sanat dolu güzelliklere" diyor,
bütün arkadaşlara selam ve sevgilerimi yolluyorum...

Hülya sezgin

9 Ağustos 2010 Pazartesi

TRABZONDAN ARAMIZA YENİ KATILAN FOTOĞRAF SANATÇISI SALİHA ŞENDİNÇ ARKADAŞIMIZADA FEMİN & ART AİLESİNE HOŞ GELDİN DİYORUZ.
İzmirden Femin & Art Ailesine Katılan Yeni Üyemiz HÜLYA SEZGİN' e hoş geldin diyoruz.Hülya Hanımın Yazılarını WWW.HABERHURRİYETİ.COM dan takip edebilirsiniz.www.haberhurriyet.com

13 Temmuz 2010 Salı

DÜNYA KADINLARI 3. ULUSLAR ARASI RESİM FESTİVALİNDE ONCA İŞ ARASINDA FEMİN & ART KADIN SANATÇILAR DERNEĞİNE BİR MARŞ YAZDI GÜLSÜM HOCAYA TEŞEKKÜRLER



DÜNYA KADINLARI
Dağlarda duman olsa da
Gökyüzünü bulutlar kaplasa da
yağmurlar şakır şakır yağsa da
Bizler resim yapacağız
Yine resim yapacağız
Yine resim yapacağız
Renkleri konuşturacağız
Trabzon'un sesini dünyaya duyuracağız
Dünyaya duyuracağız
Dünyaya duyuracağız
Femin & Art kadınları
Renklerle yedi bin metreyi Buluşturup konuşturacağız
barışı dünyaya haykıracağız...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

3. ULUSLAR ARASI RESİM FESTİVALİ ''DÜNYA KADINLARININ TUVALİNDE BARIŞ ''FESTİVAL KAPANIŞ KONUŞMASI
Trabzon’dan Tüm dünya kadınlarına elimizi uzattık, DÜNYA KADINLARININ TUVALİNDE SU resim festivalinde buluşalım dedik. Su yaşamdır, su hayattır, su olmadan ne yaşam olur ne sanat. Hayvanlar ve bitkiler biz insanlar olmadan da yaşayabilir hatta daha güzel yaşarlar, bizler onlar olmadan yaşayamayız. Bu dünyayı, doğayı korumak bizden sonrakilere aldığımızdan daha iyi bırakmak görevimizdir. Kimse sadece doğduğu yerden sorumlu değildir, dünya hepimizin, bir yerinde yapılan olumsuzluk, ekolojik dengenin bozulması tüm dünyayı, tüm insanlığı, geleceği etkiler, biz sanatçılar bunun bilincindeyiz Dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük sorun küresel ısınma ve olumsuz sonuçlarından en çok etkilenecek olan içilebilir sudur. Yaşanabilir çevre içilebilir su dedik.Sanat dilimizi konuşturarak bu hayatımızı tehdit eden küresel ısınmaya dikkat çekelim istedik. Yöremizin bu eşsiz yeşilini, güzelliğini borçlu olduğumuz derelerimizi tuvallerimizde ölümsüzleştirelim istedik Sesimizi duydular, dünyanın ve ülkemizin farklı coğrafyalarından ve geldiler.
Yüreklerimizden damıtılıp, parmaklarımızın ucundan tuvallerimize süzülen resimlerimizle ”TRABZON” dedik ve festivalimizin sonuna geldik. Bu festivali alın akıyla sonlandırmak güzel bir şey.,ancak bir şeyler kazanarak,bir şeyler vücuda getirerek sonlandırmak çok daha güzel.Biz bunu başarmanın kıvancı içerisindeyiz.Bizler bu festival aracılığı ile hiç eskimeyecek dostluklar kurduk.Hiç solmayacak sevgi çiçekleri yetiştirdik.Festivalimize katılan ressam kadınlarımızla tuvallerimize işlediğimiz resimlerle birbirimize kopmayacak bağlarla bağlandık. Belki aynı lisanı konuşmadık ama sanat dili ile anlaştık. Sevgi köprümüzü sanatın evrensel dili ile kurduk. Bizler fırçalarımızla her bir renge kadın duyarlılığın katarak Trabzon’un ve Rize’nin dile gelmeyen, sadece hissedilebilen güzelliklerini anlattık. Tüm bunların da ötesinde sanat adına derin dostluklar kurduk. Adımız Ayşe de olsa Natalya da olsa bizler Trabzon ekseninde sanat adına birleştik, sesimizi sanatın engin duyarlılığıyla duyurmak istedik. Bunu başardığımıza inanıyorum.
Davetimizi geri çevirmeyip bize katılan değerli misafirlerimiz festivalimizi ve bizleri onurlandırdılar. Şehrimizin eşsiz güzelliğine bir başka güzellik, bir başka ahenk kattılar. Her biri geldikleri yerlerden renklerini getirdiler, biz bu renklerde dostluğu bulduk, dayanışmayı bulduk. Kadının ince duyarlılığının neler başarabileceğin inin kanıtını bulduk. Kısacası biz onlarda kendimizi bulduk.
Bu bir hafta içerisinde onlara elimizden geldiğince Trabzon’u, Rize’yi gezdirdik. Tonya’nın Kadralak yaylasında, Sümela’nin coşkun deresinde, Zagnos vadisinde, Rize Çamlıhemşin Ayder’in yeşil denizinde Tuvallerimizde renklerle konuştuk, Yöremizi ölümsüzleştirdik. Çamlıhemşin’de bizleri evlerinde misafir ettiler. Fındıklının 100 metrelik duvarına yöresel motifler işledik. Bütün bunları açık alanda halkın içinde halkla yaptık. Onlara kültürümüzden, gelenek göreneklerimizden, alışkanlıklarımızdan, sosyal yaşamımızdan kesitler sunduk. Yemeklerimizden ikram ettik. Kilometrelerce uzakta yaşıyor olsa da aslında dünya kadınlarının aynı yürekte çarptığını gösterdik. Gösteremediklerimizi ya da anlatamadıklarımız ne kaldıysa onları da tuvallerimize yansıtıp gönül dili ile söyledik.
Festivalimize katılarak bize onur veren sayın valimize bu güzel etkinlikle yeni görevine başlaması Trabzon’u, Trabzonluyu Dünya kadınları ile birlikte tanıması ve aramızda olmasından son derece memnunuz. Umuyorum ki gelecek yıl daha güzel ,daha geniş coğrafyadan misafirlerimiz gelecek ve başta sayın valimiz,kültür müdürümüz ve sayın belediye başkanımız,Trabzon sporumuz,iş adamlarımız yanımızda olacaktır.,Bütün bu güzellikleri yaşatan değerli dernek üyelerime huzurlarınızda teşekkür ediyorum.Bize destekleri ile güç veren Trabzon,Tonya, Çamlıhemşin,fındıklı belediye başkanlarına ,kültür müdürümüze,Musiad Trabzon şubesi başkanına ,Bir hafta bizimle gece gündüz dolaşan belediyemizin değerli şoförlerin ve Bizleri yalnız bırakmayan değerli misafirlerimize, resimleri ile bize destek veren kadın ressamlarımıza ve emeği geçen herkese sonsuz teşekkür ediyorum. Trabzon kadın sanatçılar derneği olarak daha güzel festivallerde bir araya gelmek ümidiyle hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Şükran üst
Femin & Art Trabzon kadın sanatçılar derneği genel başkanı
Şükran üst