ÇEKİRGE YAZIATÖLYESİ YAZARLARINDAN SİBEL CEMALİNİN ÖYKÜSÜ ŞU AN SİZ BU ÖYKÜYÜ OKURKEN KİMBİLİR DÜNYANIN BİR YERİNDE BU ÇİRKİN OLAYI YAŞAYAN KAÇ KADIN VAR.
Çitlembik
Sibel Cemali
Sağ elinde kaşık öylece kalakaldı. Gözleri sabit, bir şeylere kulak kesilmiş kıpırtısızca dinliyordu… Yine ne oldu? Korkulu gözlerle birbirimize baktık. Dikkat kesildik. Sonra panikledim ve önlem almamız gerektiğini hatırlayıp, olay büyümeden acilen harekete geçtim. Bir saniye bile çok geç olabilirdi. O bildiğimiz sonla noktalanmaması için tam dikkatini dağıtıp bir şeyler anlatmaya başlıyordum ki, tehdit edercesine gözlerimin içine öfkeyle baktı.
“Şıışt… şıışt” deyip elindeki kaşıkla işaret etti. Sessizleştik yeniden. Yemeğe ara verip etrafı dinlemeye koyulduk. Tam o anda şaşkın bir sinek, tepemizde sinir bozucu vızıltılar çıkararak dönüp duruyordu. Gözlerim annemle sinek arasında gidip geldi bir süre. Neyse ki az sonra sakinleşti. Sonbaharın soğuğundan olsa gerek fazla ısrar etmeyip televizyon camını mesken tuttu. Gerginlikten mi, yoksa içinde bulunduğumuz anın saçmalığından mı dudaklarıma kadar yükselen gülme isteğimi zor engelliyordum. Karşımda oturan ablamın yüz göz işaretlerinden tehlikenin boyutlarını anlayabiliyordum, ama...
Bu sahne yıllardır zihnimde dönüp durur; Sanki yirmi yıl önce değil de dün yaşandı her şey. Öyle olmalı, evet evet dün (Çünkü çok canlı hâlâ). On dört, on beş yaşlarımdaki çocuk hallerim gözümün önünde canlanıyor. Terk edilmiş Rum evlerinin kapalı kapılarının önünden geçiyor, iki kenarında kestane ağaçlarının sıralandığı sessiz boş sokaklarında, çaresiz ve öfkeli küçük bedenimle dolaşıyor(um)…
Babam, o zamanlar iş için gezilere çıkar ve uzun zaman dönmezdi. Kim bilir belki de biz öyle biliyorduk. Eve dönmesini bekliyorduk. Birkaç haftadır heyecandan uyku düzenimiz de yemek düzenimiz de değişmişti. Annem ara sıra yakında okula başlayacağımız için, erken yatmaya alışmamız gerektiğini söylese de çok üstelemiyordu. Çünkü kendisi de heyecanlıydı. Bazı geceler hiç bilmediğimiz, duymadığımız masallar anlatırdı. O anlarda annemin ses tonu bambaşka, yumuşacık oluverirdi. Bizimle birlikte o da girerdi masala. Unutuverirdi hüzünlerini, yalnızlığını, sorumluluklarını… Yakaladığımız yakın anları uzatmak için çocukluğunu anlatmasını isterdik. Israrlarımıza dayanamayıp geçmişinden çocukluk maceralarından, şimdi çoktan kurumuş kurbağaların seslerinin bile unutulduğu gölde arkadaşlarıyla nasıl yüzdüğünden, gurur duyduğu uzun, yumuşak, altın ışıltılar saçan ipek saçlarından söz ederdi. Annemin dünyasını, ruhundaki çalkantıları daha iyi gözlüyor olsa gerek ablam ona biraz daha sokulurdu… Eğer keyfi yerindeyse bu atmosferin verdiği doyumla mutlu bir şekilde yatıp uyurduk, değilse kaçacak yer arardık.
O zamanlar, ablamın, gün boyu okuduğu romantik beyaz dizilerden başını kaldırıp duvardaki sabit bir noktaya gözlerini dikerek hayallere dalması bizim için ayrı bir eğlenceydi. Bu büyülü anları saymazsak, evimizin duvarlarına bir büyük yalnızlık ve güvensizlik sinmişti. Evdeki sıkıntılı ortamı yaramazlıklarımla, esprilerimle yumuşatmaya çalışsam da terk edilmişlik duygusu ortak paydamızdı. Dünyanın bütün yükünü tek başına taşımaya çalışan çaresiz genç bir kadın. Komşulara, akrabalarına, pazarcı kadınlara, okulda görüştüğü öğretmenlere; iki kız çocuğunu büyütmenin zorluklarından dert yanardı. Küçük yerdi burası, bütün gözler iki kız çocuğuyla tek başına mücadele eden genç bir kadındaydı ya da o öyle düşünürdü. Sinirliydi, gerginliği her geçen gün artıyor, bazen de öfke patlamalarına dönüşüyordu. Bağırır küfreder, yetmedi küçücük bir kabahatini bahane ettiği ablama eline ne geçse fırlatırdı. Ablam cılız lambaların aydınlattığı sokaklarda yüreğinde gümbürdeyen korkunun davulları eşliğinde Ada’nın diğer ucundaki babaanneme sığınırdı.
Yıllarca ablamın yemek sahnesinde yardım isteyen gözlerini zihnimden atamadım. Yine kaçması gerekeceğini düşünüyor olmalıydı. Keşke öyle olsaydı ve ben de onunla sokaklara düşseydim, diyorum bunca seneden sonra. Geriye dönülemeyeceğini bile bile. O gece de, annemin o anlarından biri sandık… Ama ne yazık ki değildi! Zaten annemin yüzünde farklı bir ifade vardı bu kez. Ne öfke nöbetlerindeki gibi patlamaya hazır kasırga, ne de polis sireni çaldığında veya gecenin bir yarısında kavga eden karı-kocaları duyduğunda çehresine yerleşen felaket ifadesi… Bu defa farklı! Sesleri şimdi biz de duyabiliyorduk. Annem elinde kaşığı öylece duruyordu. Boğuşma, itişip kakışma… Hırıltılar… Karşı koyma… Sonra tokat sesi… Birini dövüyor olmalılar! Çok yakınımızda; sanki bodrumdan geliyor. “Hayır! Yapma! Ne olur!” Bu sesleri güçlü bir tokat daha izledi. “Herkese evet… Bana hayır öyle mi?” Kısa bir çığlıktan sonra ağlama sesleri derken kesik kesik hıçkırık sesi duyuldu. Annem hızla yerinden kalktı, kapının arkasına sakladığı demir çubuğu alarak yavaşça geceye dalıp kayboldu. Ablamla öylece kalakaldık. Tek başımıza… Öylece… İki küçük kız… Öylece… Tek başımıza… Annem… Anne…
Kısa süren bir duraksamadan sonra geniş balkona açılan kapıdan annemi takip ederek dışarıya çıktım. Annem yarı deli ev sahibimizin evlatlık oğlundan bizi korumak için olacak hava daha kararmadan evde olmamızı ister, o saatlerde sokakta kalmamıza asla izin vermezdi. Tedirginlik ve heyecan karışımı bir duyguyla dışarıya çıktığımda ayın gümüşi ışığıyla her yeri sardığını gördüm. Gökyüzünde martılar, kanatlarıyla havayı yararak parıltılı ışıl ışıl kavisli yaylar çizerek akıyorlardı. Bir çatıdan bir çatıya süzülerek uçan ve yeryüzüne doğru yaklaşan gece perileriydi sanki. Sesleri; bahçeleri, kırmızı kiremitlerle kaplı çatıları, bacaları, yolları doldurarak alçalıyor; oradan rüzgârlarla ilerleyerek ada’nın tepesindeki ormana doğru yükselip boşlukta kayboluyordu. Aşağıdan bodrumdan gelen seslerle tezattı… Bu dinginlik… Bu sihir…
Annem yine yan komşumuz olan gece bekçisi Hüseyin amcanın kapısındaydı. Acil durumlarda önce onun kapısını çalardı. Yarısı bahçe seviyesinin altında olan küçük evinde, oğlu ve karısıyla geçinip giderdi Bekçi Hüseyin.
Üstünde çizgili pijaması, uykulu gözlerle annemi karşısında görünce; “Hayrola komşu?” diye şaşkınlığını belli etti. Annem cevap vermeden elindeki demir çubukla az önce seslerin geldiği yeri işaret ediyordu. Bekçinin telaşla içeriye dalıp tabancayla çıkması bir oldu. Kendisine ağır gibi gelen topluca kalın gövdesiyle annemin gösterdiği yere yöneldi. Bana doğru yaklaşıyordu, yaklaştıkça dağılmış saçlarını, uykulu gözlerini daha iyi görebiliyordum. Aramızda yalnızca merdiven engeli kalmıştı ki yönünü değiştirip, balkonumuzun altında sarmaşıklarla örtülü olan depoya yöneldi. Sesleri şimdi ben de duyabiliyordum. Ancak kısık mırıltılar halinde geliyordu. Büyük kahraman edasıyla kapıya yaklaştı. Heyecan, korku karışımı duygular arasında kalp atışlarımın gümbürtüsünü duyabiliyordum.
Bu sırada üst katta oturan ev sahibimizin ışığı yanmıştı. Merdiven başında yüz kiloluk heybetiyle elleri belinde, her zamanki pozisyonunda duruyordu. Gölgesinden anlayabiliyordum. Arkadan vuran ışığın etkisiyle merdivene düşen iri karanlık gölgesi masallardaki devleri hatırlatırcasına ürkütücüydü. Konuşanın bu karanlık, öfkeli gölge olduğunu düşünürdüm o zamanlar. Ev sahibimiz yaşlı, şeker hastası, şişman bir kadındı. Kardeşinin oğlunu evlatlık edinerek malın mülkün yabancıya gitmesini engellemeye çalışmıştı; ancak sık sık İstanbul’a inen delikanlı, çoğu zaman kolunda fahişelerle geri dönerdi. Hacı olduğunu söyleyen yaşlı kadın tiz sesler çıkarıp uzun tiratlardan sonra evin uzun, karanlık dehlizlerine çekilir; bir süre görünmez olurdu. Birkaç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi dilinde en mübarek dualar ve en sofu halleriyle yeniden ortaya çıkardı. İri, geniş cüssesi, üstündeki yassı büyük başıyla sağa sola laf atmaya başlardı. Yüksek balkona çıkan dik merdivenlerin başında durup herkese ahkâm keser, namustan ve Ada’nın doğudan gelenler nedeniyle bozulduğundan bahsederdi. Bu yüzden ne çocuklar ne de mahallenin kadınları tarafından sevilirdi.
“Hüseyin! Huu! N’oluyor? Gecenin bir yarısında, ne bu gürültü canım?” diye bağırdı. Hakaret etmeye başlayacağı zaman bu ses tonuyla konuşurdu… Bekçi Hüseyin’le arası pek yoktu. Geceye karışmadan önce, içerde durmamız gerektiğini söylemeyi ihmal etmeyen anneme rağmen balkondaydım. Ablam, annemin kızmasından korktuğundan kapıyı kendisine siper edecek şekilde bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda ardım sıra bakıyordu. Hıçkırıklar! Yakarışlar! Boğuşma sesleri… Düşen eşyalar, kırılan camların çıkardığı sesler duyuluyordu.
O yaşta onca şeye, evin önündeki balkonumuzdan tanık olmuştum. Sokakta uzun süre kalmamıza izin verilmediğinden oyun bahçemiz gibiydi balkon. İp atlar, kitap okur, ders çalışır ya da arkadaşlarımızla ergenlik döneminin merakıyla saatlerce konuşurduk. Benim en yakın arkadaşım, sırdaşım Derya’ydı. Derya ile ortak yanımız babasız büyümüş olmamızdı. Bizim de babalarımız vardı diğerleri gibi. Beraber sokakta oyun oynadığımız çocuklar, babaları geldiğinde koşarak babalarına sarılırlardı. Onlar el ele evlerine girerken bakakalırdık arkalarından. Boş sokakta ikimiz, yalnızca ikimiz… Ben ve o…Yalnızca biz… Yalnızca… Ben… Ve… O…
Annesi, babasından söz açıldığında bildiği en okkalı küfürleri savurur, öfkeden kararan yüzünü başka yöne çevirirdi. Derya, uzun boylu ve çok güzeldi. İri haleli gözleriyle, her an incinecekmiş gibi ağlamaklı bakardı. Yer yer küçük benlerle süslenmiş, şeffaf, pembe beyaz bir teni vardı. Heyecanlandığında ya da utandığında al al olurdu yanakları. Dudakları masum pembe gül yaprakları gibi kıvrılırdı. Küçük yaşına rağmen kahverengi saçlarının arasında gezinen ince, uzun parmakları adeta flört edercesine baştan çıkarıcı olurdu. Bunu erkeklerin bakışlarından anlardım. Çok şefkatliydi, ama kimse bilmezdi. Okuldan eve dönerken sırtımdaki çantamla yüksek kaldırımın kenarında ip cambazları gibi yürümekten çok hoşlanırdım. Kimi zaman da eve kadar bir sağ ayağımın üstünde bir sol ayağımın üstünde zıplaya zıplaya giderdim. Yine öyle bir zamandı. At arabasından kurtulan bir çift at, yokuş aşağı yüksek sesle kişneyerek dörtnala üzerimize geliyordu. Korkudan donakalmıştım. Derya’nın hızla beni çalıların arasına itmesiyle atların tepemizden geçmesi bir oldu. Yüzüm, ellerim, dizlerim her yerim kan içindeydi. O da yaralanmıştı. Balkona ve kapıya çıkan birkaç meraklı göz bir şey olmadığını görünce güvenli yuvalarına geri dönmüştü. Kimsenin umurunda değildik. Biraz sakinleştikten sonra Derya beni eve götürdü. Neyse ki annem yoktu da hesap vermekten kurtulmuştum. Derya’yla kişilik özelliklerimiz ise tamamen zıttı. Ben ne kadar sinirli, hırçınsam, o da o kadar sakindi. Ancak sadakat duygusu, şefkati, ürkekliği ve bitmez tükenmez sevgisi… Kimse, hiç kimse onun kadar yakın değildi bana. Ben ve o… Gökyüzü… Tırmandığımız çiçekli erik ağaçları, çitlembik ağaçları… Bembeyaz elbiseler içinde topladığımız karadutlar, annemden işittiğim azarlar… Ben ve o…
Evimizin önündeki bahçeye Derya’yla sık sık gizlice girerdik. Meraklı gözlerle sebzeleri inceler ancak ev sahibinden de korkardık. Bazen evlatlık üvey oğlu yanımızdan geçer deli bakışlarını Derya’nın üzerine diker uzun süre yılışıkça gülerdi. İçim ürperirdi böyle anlarda. Derya’yı alır üst taraftaki balkonda kitap okuyan ablamın yanına giderdim. Nefes nefese olurduk. Ancak konuşmayıp suskunlaşırdık.
Sebze bahçesine gizlice girdiğimiz bir başka gün ise başımıza gelecekleri bilmiyorduk. Derya, yavru bir kediyi severken üstümüze fazla uzun olmayan sıska eğri vücudun gölgesi düştü. Başımızı kaldırmaya fırsat bulamadan, “Söyle bakiiim, senin adın ne? Daha önce böyle güzel bir kız görmedi bu bahçe!” diyerek tıslayan sesin sahibi ikimize de yabancı gelmemişti. Ondan hep çekinmiştim. Önce çocukça bir tepkiyle sarmaşıklarla örtülü olduğu için dışarıdan görülmeyen depoya kaçmıştık. Ancak peşimizden gelip kapıyı itmeye başlayınca, onun deliliğine dair annemin ve mahallenin söylediklerini hatırlayıp korkuyla, kapana kısıldığımızı fark ettim. Evimiz hemen üst katta olmasına rağmen çıkamıyorduk bir türlü, seslenmek ise daha büyük hata olurdu. Annemin, hem Derya’yla olmama hem de ev sahibinin üvey oğluyla oyun oynadığımızı sanıp kızmasına yol açacaktı. İçeriye kendimizi hapsetmiştik. Çünkü o kapıdaydı. Camları olmayan karanlık bir odaydı burası. Nem, küf ve çöp kokuyordu. Gözlerimiz karanlığa alıştığında duvarların, yeşilimsi yosunlarla kaplandığı, harabe biçimindeki küçük bir odada bulduk kendimizi. İlk defa giriyordum buraya. Sağ tarafta bir kanepe, üstü battaniyeyle örtülmüş, köşede eski elbiselerin konduğu iki kapılı bir dolap duruyordu. Ortadaki kırık sehpanın üstünde kırık bir vazo, birkaç su bardağı boş bira ve şarap şişeleri vardı. Çöpler eski yırtık halının üzerinde her yana saçılmıştı. Buranın kullanıldığını bilmiyordum. Korkudan ölecek gibi olmuştum. Ama çaresizlik duygusundan nefret ederdim. Kapının dışarıdan zorlanmasıyla Derya’nın ağlamaya başlaması bir olmuştu. Bütün öfkem ortaya çıkmıştı, hızla kapıya yüklendim. Karşı taraf bunu beklemiyor olsa gerek, yere yığılmasına az kala son anda toparlanmıştı. Dengesini sağladıktan sonra tükürerek “Küçük orospular sizi! Annen her gece otellerde sürtüyor ağlamıyorsun şimdi ağlıyorsun öyle mi?” Derya’nın kolundan kavrayarak “Bir gece yemeğe götüreyim mi seni?” derken ağzından salyalar akıtıyordu. Gözlerinin ta içine bakarak “Bırak kızı yoksa çok fena olacak!” deyip üzerine yürüdüm. Sesim kendime bile yabancı ve uzak geliyordu. Benden mi çıkmıştı bu ses!.. Eve girdiğimizde öfke ve korkudan sara hastası gibi titreme nöbetine tutulmuş vücudumu kanepeye yığılırcasına bırakmıştım. Bir yandan da annemin korkumuzun nedenini bilmemesi için dualar ediyordum. Annem, Derya’nın annesi hakkında çıkan dedikodulardan çekindiğinden Derya’yı çok sevmesine rağmen bize gelmesini istemezdi. Yine söylenmeye başlayarak mutfağa dalıp kaybolmuştu. Derya’nın gözleri yaşadığımız olayın da etkisiyle dolu dolu olmuştu. Kırgınlığının, küskünlüğünün nedenini anlayabiliyordum. Hep horlanıp dışlanıyordu. Büyüdükçe üzerindeki baskılar daha da artıyordu. Çember her geçen gün daralıyordu. Sınıf arkadaşlarımızın alayları, annelerinin annesiyle ilgili kinayeli lafları, öğretmenlerin görmezlikten gelen bakışları ve tabii erkekler… Erkekler…
Çığlık! Acı bir çığlık! Yeniden beni yıllarca zehirleyen o gece… Balkondan aşağıya sarkmış bir şekilde Bekçi Hüseyin’i izliyorum. Büyük yassı başını görebiliyordum bulunduğum yerden. Hemen altımızdan geliyordu sesler. “Hayır! Lütfen!” Yakarışlar… Ama bu ses… Bu… Sesi…
Gölgesi ta aşağı merdivene vuran ev sahibi kadın da duymuştu bu çığlığı. Nadiren dışarıya çıkardı, hastaydı. Onun çıkmadığı günlerde mahallemiz iyiden iyiye sessizleşirdi. Çıktığında ise sataşacak birilerini arardı. Ya komşularına bağırırdı ya da kimseyi bulamazsa “Sünepe herif” dediği kocasını azarlardı. Gün boyu küfrederdi, ağzı bozuktu. Bizi bahçede gördüğünde kiracısı olduğumuz için bana değil, ama Derya‘ya başlardı ağzına geleni söylemeye; annesinin orospuluğundan başlar, bir gün sonunun ona benzeyeceğini söyleyerek devam ederdi… Derya’nın gözleri dolu dolu, topraktan kirlenmiş elleriyle sıkıntılı bir şekilde refleksle yüzünü siler, bahçenin dik yolundan hızla koşarak uzaklaşırdı. Arkasından öfke ve hınçla kalakalırdım. Ev sahibi denecek o nefret kuyusu pis gövdeyi öldürme isteğiyle yanıp tutuşurdum Derya’nın arkasından bakarken.
“Hayııııııırr! Lütfen yapmaaa!” Haykırışlar, devam ediyordu. “Hüseyin huu! N’oluyor orada?” diye durmadan derin, genizden gelen boğuk sesiyle bağırıyordu.
Derya’nın okulumuza geldiği ilk gün öğretmenimiz Şükran Hanım, onu yanıma oturtmuştu. Daha ilk görüşte iyi anlaşmıştık. Arkadaşlığımız giderek güçlenmişti. Öğlen yemeklerini birlikte yiyor, ödevlerimizi birlikte yapıyorduk. Ancak annesinin okula geldiği bir gün tartıştıklarını gördüm. “Buradan da kovduracaksın” diyordu annesine. Annesi orta yaşı geçkince olmasına rağmen saçlarını açık sarıya boyamış, kısa denecek dizüstü yeşil bir elbise giyinmişti. Yüzünde gece makyajı denecek kadar ağır bir boya tabakası vardı.
“Ne o! Annenden mi utanıyorsun? Karnını kim doyuruyor? O paraları nasıl kazanıyorum haberin var mı senin?” deyip tükürükler saçtıktan sonra arkasını dönüp gitmişti. Derya’nın yüzündeki çaresizlik ve öfkeyi görebiliyordum. Ağladı ağlayacaktı. O günü izleyen günlerde kavgalar, sataşmalar başladı. Bizi o geceye götürecek başlangıcı yaşıyorduk belki de. Burası, yumağın ucunun tutulduğu yerdi, yakalamışlardı. Okul çıkışında üç beş kişi onu rahatsız ediyor, bizden büyük erkek çocukları laf atmak için çıkışımızı bekliyordu. Bir diğer gün “yumurtalı”, “yumurtalı” diye lakap takıp sataşmaları üzerine elime geçirdiğimi dövmüştüm. Ertesi gün okuldan annemi aramışlardı. Bazı veliler anneme: “Kızına dikkat et! Bu kızla arkadaşlık etmeye devam ederse o da orospu olur sonunda!” Zaten başlı başına böyle bir cümle bile annemi yerinden hoplatmaya yeterdi. O gün okul müdürünün alçak penceresinin aralığında Derya’yla bütün konuşulanları duymuştuk. “Siz karışamazsınız kızıma! İstediğiyle oynamasına izin veriyorum, bu sizi hiç ilgilendirmez!” deyip kapıyı sertçe çekip çıktığında, ben de asiliğimin kaynağının, kişiliğimin başkaldıran yanını keşfetmiştim sonunda. Eve döndüğünde ise olanlar olmuş üzerime yürümüştü. “Bir daha onunla görürsem çok fena olur!” diyen sesi öfkeden çatallaşıyor, beni doğurduğu güne lanet ediyordu. Ancak inatçılığım üstün geliyordu. Derya’yla arkadaşlığımızı devam ettiriyor, gizli gizli buluşuyorduk. Artık kimse beni oyunlarına almıyor, annemi de her salı gidilen Pendik pazarına çağırmıyorlardı. Mahalle yasaları devreye girmişti. Derya’yı dışlayıp yalnızlaştıracaklardı elbirliğiyle. Oysa o sadece bir genç kızdı. Oysaki o… Sadece… Genç bir… Kızdı… Sadece… Kız… Çocuk… Kız…
Haykırışlar! Ağlama sesleri… Küfürler karışıyor, ne olduğu tam olarak anlaşılmıyordu. Bekçi Hüseyin kapıya yaklaşmıştı. Balkondan aşağıya yarı belime kadar sarkmış olanları izliyordum. Çok sağlam olmayan eski kırık kapıyı şöyle bir itmesiyle kapının açılması bir oldu. Bekçi Hüseyin’in tabancayı tutan elleri öylece iniverdi. Ne görmüştü acaba? Küçük bir kararsızlık anından sonra içeri dalıp tekme tokat önüne kattığı ev sahibinin üvey oğluyla dışarıya çıkmıştı. “Hüseyin Huu! N’oluyor orda? Hüseyin?” diye bağırıyordu hâlâ nefret saçan ses. Artık olacak olanların önü alınamayacaktı, olmuştu olanlar… Olmalıydı çünkü… Olacaktı… Olmuştu… Olanlar.
Bayılmadan az önce gördüğüm şey ise; dudağı patlamış, kollarında çürükler, saçı başı dağılmış kanlar içindeki arkadaşım... Aman Tanrım! Bu ne! Nasıl yani?
O gece başlangıç oldu. Sessizlikte nefesini duyduğumuz, pusuda bekleyen şeytan en nihayet gün ışığına çıkmıştı. Mahalle huzurlu uyuyabilirdi artık…
Evleri, Ada’nın tepesine yakın, mahallenin bitimiyle çam ormanlarının başlangıcı arasındaki sınırda kalıyordu. Tavanı saç ve naylonlarla yarım yamalak kapanmış, tek katlı, tuğladandı. Küçük bir odası ve dar uzun mutfağı vardı. Suyu dışarıdaki sarnıçtan çekiyorlardı… Etrafı çitlembik ağaçları, renk renk saksılardaki kırmızı begonyalarla çevrili olmasına rağmen at pisliği kokuyordu… Belediye onları yoksul at arabacıları ile Çingeneler için yaptırdığı barakalara yerleştirmişti. Asıl yerleşim yerinden bir sokak yukarıya. Her yer çamur içindeydi, asfalt bile evlerine kadar devam etmiyordu. At kişnemeleriyle, küçük çocukların çığlıkları karışıyordu birbirlerine. Geceleri ise sarhoş naraları uzaktan bile duyuluyordu.
Yüreklerimizde derin pençeleriyle kanayan izler bırakarak geçiyordu zaman. Her gün başka şeyler duyuyor, değişmiş hayatlarla uyanıyorduk güne. Nehir akmaya devam ediyor… Ağaçlar çiçekleniyor… Balıkçılar fay çukurlarına yakamozlarla bıraktıkları ağlarını günün ilk ışıklarının yankılandığı parıltılı torbalar halinde çekiyorlardı. Her zamanki gibi… Kıyıda bekleşen kedilerin miyavlamalarını, martıların çığlıkları izlerdi. Denizden esen sıcak rüzgârlar mimoza ve çamların keskin kokusunu Aya Yorgi’nin en tepesine kadar taşırdı.
Hayat akıyordu, biz büyüyorduk. Ve nerdeyse unutmuştuk yaşananları… Bazen saatçi Selahattin’in kolunda, topuklu ayakkabılar üzerinde salınırken, bazen de Karadenizli yaşlı müteahhitlerle lüks balıkçılarda yemek yerken karşılaşırdık onunla. Önlerinden geçer, gözlerinin ta içine uzun uzun bakardım. İçimden “Hadi kalk henüz geç değil, ne olur hadi kalk!” dercesine yalvarırdım. Bir an eski bakışlarını yakalardım, saf, temiz, duru, ağlamaklı… Yakın… Sıcak… Şefkatli… Sonra dönerdi, yeniden dumanlar arasına… Masumdu, çocuktan genç kızlığa geçiş arasında bocalayan bedenine henüz kadınlık yerleşmemişti. Arada bir şuh kahkaha atması ve masalara çıkıp şarkı söylemesi de onun çocuk hallerini değiştirmiyordu.
Şimdi bile ellerim titriyor… Ağzıma alamıyorum… Onca direndiğimiz, birlikte ağladığımız, kavga ettiğimiz, savaştığımız… Boşuna mıydı? Narin elleri, ince uzun parmakları, damarları çıkmış, yaşlılıktan titreyen ellerin arasında kaybolurdu çoğu zaman. Aynı pembe sıcak gülümseyiş, aynı el hareketi, her şey aynıydı. Yalnız bedenine yavaş yavaş akan nefesler dışında… Her şey… Aynı… Değildi… Her şey… Aynı…
İki katlı, geniş terasları olan, yer yer dış boyası dökülmüş çocukluğumun, yetişkinliğimin, tüm zamanlarımın zehirlendiği o eski evin; kırık dökük, yağmurlardan kararmış bahçe kapısında duruyorum. Bahçedeki erik ağaçlarının yaprakları dökülmüş, erguvanların renkleri solmuş. Girişteki çitlembik ağacının altına gelince, Derya’yla başımızı geriye atıp gözlerimizi gökyüzüne, soluk mavi göğe dikip, sarı uzun dallar arasından geçen göçmen kuşlarını izlediğimiz o günleri hatırladım, hiç unutmadığım o günleri. Bahar da taptaze bir genç kız oluverir, sarı turuncuya bürünürdü; doyulmazdı seyrine. Siyah kahverengi karışımı sert, küçük meyvesi çıplak dallarının üstünde sallanmaya başladı mı anlardık mevsim sonunun geldiğini…
Dik merdivenleri çıkıyorum yavaşça. İşte yine o depo! Geçmişin karanlık dehlizlerindeki bütün anıları ortaya dökmek için orda öylece, sarmaşıklar arasında sıkı sıkıya gizlenmiş, bekliyor. Çocukluk masumiyetinin kirletildiğine tanık olduğumuz o gece… O geceden sonra ne neşeli genç kızlık kahkahalarımız, ne de temiz çocuk düşlerimiz kaldı, hepsi derin lacivert anaforlara gömüldü. Oyun bahçesi dediğimiz balkona çıktığımda, Güneş, son ışıklarını seriyor denizin oynaşan yüzeyine, bir birleşme ve bir ayrılık anı bu. Çocuk sesleri duyuyorum uzaklardan… Kahkahalar… Ben ve o… Çitlembik ağacının tatlı sert taneleriyle oynuyoruz… Ben ve o…çocuk…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder